Temmuz 24, 2012

açık deniz çocuğu



Nasıl biçimlenmişti bu yüzen sokak? Hangi denizciler, hangi mimarların yardımıyla, uzak Atlantik’te, suyun yüzünde, altı bin metrelik bir çukurun üstüne kurmuşlardı onu? Bu rengi açıla açıla Fransız grisine dönmüş kırmızı tuğladan evlerin uzun sokağını, bu arduvaz çatıları, bu değişmez, alçakgönüllü dükkanları kim yapmıştı? Ya bu oymalı çan kulesini? Ya da şu içinde yalnızca deniz suyu olan, ama üstünden ara sıra bir balık atlayan, cam kırıklarıyla donanmış duvarlar arasında bir bahçe olmak istediği apaçık belli olan şey neydi?

Nasıl ayakta duruyordu bütün bunlar, dalgalarla azıcık olsun sallanmadan?

Ve bu oniki yaşında, yapayalnız çocuk ayağında tahta pabuçları, sudan sokakta, sağlam toprakta yürürmüş gibi güvenli adımlarla yürüyen? Nasıl oluyordu...?

Gördükçe, bildikçe sırayla anlatacağız bunları. Ve karanlıkta kalması gereken, biz istemesek de kalacak.

Bir gemi yaklaştığında, daha ufukta görünmeden, çocuk derin bir uykuya dalıyor, köy de bütünüyle suların altında kayboluyordu. Bu yüzden hiçbir denizci bu köyü dürbünle olsun görmemiş, varlığından kuşkulanmamıştı bile.

Çocuk dünyadaki tek küçük kız sanıyordu kendini. Üstelik küçük bir kız olduğunu biliyor muydu acaba?



Biraz ayrık dişleri ve fazlaca kalkık burnu yüzünden çok güzel değildi. Ama derisi bembeyazdı ve bir iki çil vardı yüzünde. Alçakgönüllü ama pırıl pırıl ışıklı kurşun rengi gözlerinin yönettiği küçük kişiliği bedeninizden ruhunuza, zamanın derinliklerinden gelen büyük bir şaşkınlık veriyordu.

Sokakta, bu küçük kentin tek sokağında, birinden hafif bir selam ya da dostça bir işaret beklercesine sağa sola bakıyordu çocuk. Bilmeden bıraktığı bir izlenimdi bu yalnızca; çünkü bu her an yokolmaya hazır, yitik köye hiçkimse, hiçbirşey gelmezdi.

Neyle yaşıyordu? Balık tutarak mı? Sanmıyoruz. Mutfak dolabında yiyecekler bulunuyordu. İki üç günde bir et bile bulunuyordu; patatesler, başka bir iki sebze, ara sıra yumurtalar.

Yiyecekler birdenbire ortaya çıkıyordu dolapta. Bir kavanozdan reçel aldığı zaman reçel eksilmiyordu; sanki her şey günün birinde böyle olmuş ve sonsuza dek böyle kalacakmış gibi.

Her sabah, fırının mermer tezgahında, kağıda sarılmış taze bir yarım ekmek bekliyordu çocuğu. Tezgahın ardında hiçbir zaman ne birini, ne de ekmeği ona iten bir el, bir parmak görmüştü.

Sabahları erkenden kalkıyor, dükkanların demir kepenklerini kaldırıyordu. (Kiminde Kahve yazısı vardı, kiminde Demirci ya da Çağdaş Fırın, Bakkal) Evlerin panjurlarını açıyor, deniz rüzgarı yüzünden dikkatle kancalarını takıyor, havaya göre kimi zaman açık, kimi zaman kapalı bırakıyordu onları. Kimi mutfakta da ateş yakıyordu, üç beş çatıdan duman yükselsin diye.

Gün batımından bir saat önce sadelikle panjurları kapatmaya başlıyor, oluklu saçtan kepenkleri indiriyordu.

Bu işleri bir içgüdüyle, onu herşeye bakmaya zorlayan gündelik bir esinle yapıyordu. İyi havalarda pencerenin birine bir halı ya da kuruyacak bir çamaşır bırakıyordu. Sanki köyün, ne pahasına olusa olsun ve olabildiğince, içinde insanların oturduğu bir köye benzemesi gerekiyormuş gibi.

Ve yıl boyunca kaymakamlığın hep açıkta duran bayrağıyla ilgilenmek zorundaydı.

Geceleri mumla aydınlanıyor ya da lamba ışığında dikiş dikiyordu. Kentin kimi evlerinde elektrik vardı ve çocuk elektrik düğmelerini incelik ve doğallıkla çeviriyordu.

Bir kez bir kapının tokmağına siyah ipekli kumaştan bir düğüm attı. Güzel durdu diye düşündü.

İki gün tuttu onu orada, sonra çıkardı, sakladı.

Bir başka gün, bir haber vermek istermişçesine köyün davulunu çalmaya başladı. Denizin bir ucundan öbür ucuna duyulabilecek bir şeyler bağırmak isteği vardı içinde. Ama boğazı daralıyor, hiçbir ses çıkaramıyordu. Öylesine acıklı bir güç harcadı ki yüzü ve boynu boğulmuşlarınki gibi kapkara kesildi. Sonunda davulu eski yerine, kaymakamlığın büyük salonunun dibinde sol köşeye koymak gerekti.

Çan kulesine, kimsenin görmediği binlerce ayak tarafından aşındırılmış basamaklardan, döner bir merdivenle çıkıyordu çocuk. Beş yüz basamaklı olmalı diye düşündüğü çan kulesi ( oysa doksan iki basamaklıydı), sarı tuğlaları arasından olabildiğince büyük bir gök parçası gösteriyordu ona. Ve ağırlıklı saati hoşnut etmek, gece gündüz doğru çalsın diye manivelayla kurmak gerekliydi. Kilisenin bodrumu, sunaklar, sessiz öğüt veren taştan azizler, belli belirsiz fısıldaşarak her çağdan varlıkları bekleyen sıra sıra iskemleler, yaldızları eskimiş, daha da eskimek isteyen sunaklar, hep çekiyor ve uzaklaştırıyordu çocuğu. Ana yapıya hiç girmiyor, ara sıra, işi olmadığı zamanlarda, deri kaplı kapıyı açıyor, soluğunu tutarak çabucak bir göz atıyordu içeriye.

Odasında bir sandıkta ailesinden kağıtlar, Dakar’dan, Rio de Janeiro’dan, Hong-Kong’dan, Charles ya da C. Lievens imzalı, Steenvoorde (Kuzey) adresine yollanmış posta kartları vardı. Açık denizin çocuğu ne bu adları, ne de uzak ülkeleri tanıyordu.

Bir dolapta da bir fotoğraf albümü saklıyordu. Fotoğraflardan biri Okyanusun küçük kızına çok benzeyen bir çocuğun fotoğrafıydı. Çoğu kez eziklikle bakıyordu bu fotoğrafa. Hep kağıttaki görüntü haklıymış, gerçek olan oymuş gibi geliyordu ona; bir çember vardı elinde. Çocuk bütün evlerde benzerini aramıştı onun. Bir gün bulduğunu sandı; bir fıçı çemberiydi bu, ama denizin sokağında onunla koşmaya başlar başlamaz çember açıklara yuvarlandı gitti.

Başka bir fotoğrafta küçük kız, gemici elbiseli bir adamla, yabanlıklarını giymiş iri kemikli bir kadın arasında görülüyordu. Hiç erkek ya da kadın görmemiş olan açık denizin çocuğu, uzun süre, hem de gecenin en derininde, us aydınlığının şimşek gibi çaktığı zamanlarda, bu insanların ne istediklerini düşünmüştü.

Her sabah elinde kocaman bir çantayla okula gidiyordu. Çantanın içinde defterler, dilbilgisi, aritmetik, Fransa tarihi, coğrafya kitapları vardı.

Bunların yanısıra Enstitü üyesi, Sorbonne’da öğretmen Gaston Bonnier ile Bilimler Akademisi ödüllü Georges de Layens’ın yazdığı, içinde yaygın bitkiler, yararlı, zararlı bitkiler ve yüz doksansekiz resim olan bir bitki kitabı vardı çantasında.

Önsözü ökuyordu:
“İyi havalarda çok kolaylıkla, bol bol orman ve kır bitkileri toplayabilirsiniz.”

Tarih, coğrafya, ülkeler, büyük adamlar, dağlar, ırmaklar: Okyanusun en ıssız yerinde küçük bir kentte, yalnızca boş bir sokağı olan birisi için bütün bunların ne anlamı olabilir. Okyanusun, haritalarda gördüğü Okyanusun üstünde olduğunu bile bilmiyordu. Bir gün, bir saniyecik düşünmüştü bunu ama delice ve tehlikeli bulup hemen kovmuştu bu düşünceyi kafasından.

Ara sıra görünmez bir öğretmenin önündeymiş gibi dinliyor, bir iki sözcük yazıyor, yeniden dinliyor, yeniden yazmaya koyuluyordu. Sonra dilbilgisi kitabını açıyor, 60. sayfadaki CLXVIII sayılı, çok sevdiği alıştırmanın üstüne, soluğunu tutarak, uzun süre eğilip kalıyordu. Bu alıştırmada dilbilgisi kitabı açık denizin çocuğuna doğrudan seslenmek için dile geliyordu sanki:

- siniz? – düşünüyorsunuz? – konuşuyorsunuz? – istiyorsunuz? – başvurmak gerek? – oluyor? – suçlanıyor? – yapabilirsiniz? – suçu işlediniz? Sorun – dir? Bu armağan – den? – yakınıyorsunuz?
(Çizgilerin yerine uygun soru sözcüklerini koyunuz.)

Ara sıra çocuğun içinden bazı tümceler yazmak için güçlü bir istek doğuyor ve büyük bir dikkatle bu işe koyuluyordu.

İşte birkaç örnek, yazdığı bir sürü tümce arasından:

-Bölüşelim mi bunu, ister misiniz?
-İyi dinleyin beni. Oturun, yalvarırım kıpırdamayın!
-Azıcık karım olsaydı, yüksek dağlardan gelen, gün daha çabuk geçerdi.
-Köpük, çevremdeki köpük, katı bir şeye dönüşmeyecek misin eninde sonunda?
-El ele bir halka yapabilmek için en az üç kişi olmak gerek.
-Başsız iki gölgeydiler, tozlu yolda yürüyüp giden.
-Gece, gündüz, gündüz, gece, bulutlar ve uçan balıklar.
-Bir ses duyduğumu sandım; denizin sesiymiş oysa.

Ya da bir mektup yazıp küçük köyüyle, kendiyle ilgili bilgiler veriyordu. Mektup kimse için değildi, bitirirken kimseyi öpmüyordu, zarfın üstünde de ad yoktu.

Mektubu yazdıktan sonra denize atıyordu – ondan kurtulmak için değil, böyle olması gerektiği için- ve belki de umutsuz bir şişe içinde son duyurularını sulara bırakan yitik denizciler gibi.

Yüzen kentte zaman geçmiyordu; çocuk hep on iki yaşındaydı ve odasındaki aynalı dolabın önünde boşu boşuna şişiriyordu göğsünü. Günün birinde örgüleri ve açık alnı ile albümünde sakladığı fotoğrafa benzemekten sıkılıp kendi kendine ve görüntüsüne kızdı, yaşının bununla altüst olacağını umarak saçlarını sertçe omuzlarına yaydı. Deniz bile etkilenip değişebilirdi çevresinde, belki sakalı köpüklü, büyük keçiler çıkıp gelirdi içinden, onu görmek için yaklaşırlardı.

Ama Okyanusun ıssızlığı sürüp gidiyor, kayan yıldızlar dışında ortalıkta hiçbir konuk görünmüyordu.

Başka bir gün bir dalgınlığı oldu yazgının, sanki bir çatlak belirdi isteminde. Dumanlar savuran bir gemi, buldog gibi inatçı, az yüklü olmasına karşın denizi iyi tutan bir gemi (su kesimi çizgisinin altında güzel bir kırmızı şerit güneşte parlıyordu), evler gözden kaybolmadan ve küçük kız uykuya dalmadan köyün deniz sokağından geçiverdi.

Tam öğle vaktiydi. Gemi düdüğünü çaldı, ama bu ses çan kulesinin sesine karışmadı. İki ses bağımsızlıklarını koruyorlardı.

İlk kez insanlardan gelen bir ses duyan çocuk pencereye koştu ve bütün gücüyle bağırdı:

“İmdat!”

Ve okul önlüğünü gemiye doğru savurdu.
Dümenci başını bile çevirmedi. Ağzından duman çıkaran bir gemici hiçbir şey olmamış gibi köprüden geçti. Ötekiler çamaşır yıkamayı sürdürdüler; acele eden gemiye yol vermek için yunuslar burnun iki yanına açılıyorlardı.

Küçük kız çabucak sokağa indi, geminin izlerine yattı. Öylesine uzun uzun öptü ki dümen suyunu, ayağa kalktığında sokak anısız, el değmemiş bir deniz parçasına dönüşmüştü yeniden. Eve dönerken “İmdat!” diye bağırdığına şaştı. Ancak o zaman anladı bu sözcüğün derin anlamını. Ve bu onu korkuttu. İnsanlar duymuyor muydu yoksa onu? Kör müydü, sağır mıydı bu denizciler? Ya da denizin derinliklerinden daha acımasız mıydılar?

İşte o zaman bir dalga geldi aldı onu. İki yanına doğru benzerlerinden çok daha uzaklara yayılan koskocaman bir dalgaydı bu; gözle görülür bir çekingenlikle hep köyden uzakta durmuştu. Üst yanında gerçeğe çok benzeyen, köpükten iki gözü vardı. Sanki bazı şeyleri anlıyor ve onaylamıyordu.Günde yüzlerce kez biçimlenip dağıldığı halde bu iyi yapılmış iki gözü, aynı yerine takınmayı hiç unutmuyordu. Kimi zaman, bir şey onu ilgilendirdiğinde, dalgalığını unutmuş, yedi saniyede bir yenilenmesi gerektiğini unutmuş, bir dakikaya yakın tepesi havada dururken yakalayabilirdiniz onu.

Dalga çoktandır çocuk için bir şeyler yapmak istiyor ama ne yapacağını bilmiyordu. Geminin uzaklaştığını gördü, geride kalanın acısını anladı. Kendini tutamıyarak aldı, yakınlarda bir yere götürdü onu, hiçbir şey söylemeden, elinden tutar gibi.

Önce dalgaların yaptığı gibi önünde büyük bir saygıyla diz çöktü, sonra kendi derinliğine sardı onu ve ölümün de işbirliğiyle kaçırıp götürmek için uzun süre tuttu. Küçük kız da dalgaya bu korkunç tasarısında yardım etmek için soluğunu tutmaya çalışıyordu.

Sonuca ulaşamayınca onu havaya fırlattı; bir deniz kırlangıcı gibi küçülünceye kadar çocuk, bir top gibi attı tuttu onu; devekuşu yumurtası büyüklüğünde köpükler arasında geri düşüyordu kız.

Dalga sonunda ona ölümü veremiyeceğini anladı, sonsuz bir gözyaşı ve özür dileme mırıltısıyla evine geri götürdü çocuğu.

Üstünde bir çizik bile olmayan küçük kız da yeniden kepenkleri umutsuzca açıp kapamaya, ufukta bir gemi direği görünce bir süre için denizde kaybolmaya başladı.

Açık denizde düşlere dalan denizciler, kollarınız küpeşteye dayalı, gecenin karanlığında uzun uzun sevdik bir yüzü düşünmekten sakının. Bu alabildiğine ıssız yerlerde, tam bir insan duyarlığında, ne yaşayabilen, ne ölebilen, ne sevebilen ama yaşıyormuş, seviyormuş ve hep ölmek üzere imiş gibi acı çeken bir yaratığın, denizin ıssızlıklarında, bu Okyanus çocuğu gibi bahtsız bir varlığın doğmasına neden olabilirsiniz.

Yoculuklarından birinde, on iki yaşındaki kızını yitiren, dört direkli Le Hardi gemisinde tayfa, Steenvorde’lu Charles Lievens’in beyninden doğmuştu o. Bir gece, 55 derece kuzey enlem, 35 derece batı boylamıda uzun uzun ve korkunç bir güçle onu düşündü, kara bahtına neden oldu bu çocuğun.



Jules Supervielle

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder